Monthly Archives: August 2011

Horibble Bosses = Horrible Writers


Evde canım sıkıldığında hele ki hava da sıcaksa kendimi sinemaya atıyorum. Yanımda biri olsun olmasın yapmayı en sevdiğim şey dışarıda bir şeyler yiyip-içtikten sonra sinemaya gitmek. Çoğu insan tek başına sinemaya gitmek istemez, hatta bir arkadaşım tek başına sinemaya gitmenin asosyallik belirtisi olduğunu söylemişti. O zaman asosyallik mükemmel bir şey diyorum, ama geçenlerde Horrible Bosses’a tek başıma gittiğim için de lanet ediyorum. Ama neden lanet ediyorum? “Sıkıldım ya n’olur gidelim, bu ne lan gelmez olaydım” diyebileceğim kimse yoktu yanımda da ondan.
IMDB‘ye güvenip “Vay anasını bu tür komediler genelde 7 puanı geçememiştir, güzel demek ki” deyip hata etmişim.

Öncelikle filmin konusu hakkında bilgilendirici bir alıntı yapayım.

Yönetici adayı Nick Hendricks (Jason Bateman) fazlasıyla hak ettiği terfiyi alabilmek için günde 12 saat çalışmakta ve dengesiz amiri Dave Harken (Kevin Spacey) ne isterse yapmaktadır. Yine de bu terfinin asla gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Bir başka yerde, diş hekimi asistanı Dale Arbus (Charlie Day) diş hekimi Dr. Julia Harris’in (Jennifer Aniston) son zamanlarda iyice artan asılmaları karşısında özsaygısını yitirmemek için çabalamaktadır. Ve muhasebeci Kurt Buckman (Jason Sudeikis) şirketinin sahtekar yeni sahibi Bobby Pellit’in (Colin Farrell) onun kariyerini mahvetmeye kararlı olduğunu, ayrıca her şeyden habersiz bir insan topluluğunu toksik atığa maruz bırakmayı planladığını öğrenir.

Eğer patronunuz psikopatsa, ya da erkek avcısıysa ya da tam anlamıyla ahlaksızsa ne yapabilirsiniz?

İşten ayrılmak bir seçenek değildir. Bu canavarların durdurulması şarttır. Bu yüzden, fazladan bir kaç kadehin verdiği güçle, ve biraz da, sokaktaki karizması çok da sağlam olmayan tez canlı eski bir mahkumun (Jamie Foxx) kuşku verici tavsiyesiyle, üç kahramanımız dünyayı patronlarından sonsuza dek kurtulabilmek için dolambaçlı ama hataya yer bırakmayan bir plan yaparlar.
Fakat en iyi düşünülmüş planlar bile sadece onların ardındaki beyinler kadar iyidir.

Bir kere ilk gördüğümüz patronun Kevin Spacey olması diğerlerinin filmde hafif kalmasına yol açmış. Ama Jennifer Aniston rolünü bulmuş diyebilirim film boyunca aldığı role bu kadar yakışan biri daha yoktu açıkçası.
İlk yarı bitene kadar hikaye gelişemedi bir türlü, yani ikinci yarıya beni heyecanla ya da hevesle sokacak hiç bir şey yoktu. Kendi içlerinde ayrı ayrı güçlü olan oyuncuları böylesine zayıf bir senaryoyu kurtaramamış. Bir tek nedense Colin Farrell battı gözüme hep, hiç yakışmamış rolüne zaten sevimsiz bir karakteri vardı ama Farrell gitmemiş bu role. Ama Jason Batemon için inatla bitirdik filmi ne yazık ki.

Filmin yazarı olan Michael Markowitz’i bu filmden önce tanımıyordum sanırım bundan sonra da tanımamaya devam edeceğim. Hafif senaryoların daha ağır oyuncuların altında ezilmesinin bir örneği. Horribble Bosses‘tan sonra aklımda kalan tek şey Horrible Writers oldu.

Yeniden Sinematek


İzmir’de gerçekleştiğine en çok sevindiğim etkinliklerden biri “Yeniden Sinematek” ve her yıl olduğu gibi bu yıl da ücretsiz. Benim gibi sinemaya düşkün insanlar için gerçekten tatmin edici bir etkinlik.
Yazın bu en sıcak zamanlarında arkadaşlarla toplanıp evde bir film gecesi yapalım diyemiyorsunuz. Malum dört bir yanda açılan camlara rağmen cereyan yapmıyorsa o film daha ilk yarıda işkence gibi gelmeye başlar. Öyleyse kolamızı-cipsimizi alıyoruz ve Tarihi Havagazı Fabrikası’nda Yeniden Sinematek diyoruz. Açık havada topluca film keyfi. Aslında etkinlik 3 Ağustos’ta başladı ve şimdiye kadar 3 film gösterimi yapıldı bile ama ben ancak katılma fırsatı bulabileceğim…Gösterimler Çarşamba akşamları saat 21.00’da başlamaktadır, güzel bir yerde oturmak için biraz erken gitmekte fayda var yani.

Ve işte 28 Eylül’e kadar izleyebileceğiniz filmler:

24 Ağustos 2011 Çarşamba Öldüren Şüphe (Charade)
1963 yılında Stanley Donen tarafından çekilen ‘Öldüren Şüphe’nin başrollerini Cary Grant, Audrey Hepburn ve Walter Matthau paylaşıyor. IMDB

7 Eylül 2011 Çarşamba Sunset Bulvarı (Sunset Blvd.)
Billy Wilder’ın yönetmenliğini üstlendiği bu filmde, William Holden, Gloria Swanson, Erich Von Strohem’u izleyebilirsiniz, ki bu gösterimler içerisinde kesinlikle benim favorim Sunset Bulvarı sanırım tekrar izlemek için orada olacağım. IMDB

14 Eylül 2011 Çarşamba Kırmızı Pabuçlar (The Red Shoes) 
Müzikal tadında bir romantik olup türünün de en güzel örneklerinden biri olan ‘Kırmızı Pabuçlar’ Michael Powell ve Emeric Pressburger’in imzasını taşıyor. Filmde rolleri Moira Shearer, Marius Goring, Albert Basserman ve Anton Wallbrook paylaşıyor. Müzikalseverler kaçırmasın derim. IMDB

21 Eylül 2011 Çarşamba Bitmeyen Balayı (Touch Of Evil) 
Orson Welles’in yönettiği filmde yönetmen Welles’in yanısıra, Janet Leigh, Marlene Dietrich, Charlton Heston ve Joseph Cotten rol alıyor. Kara film türünün başyapıtları arasındadır Bitmeyen Balayı. IMDB

28 Eylül 2011 Çarşamba Serseri Aşıklar (À bout de souffle)
Godard’ın François Truffaut ile birlikte senaryosunu yazdığı filmde Jean-Paul Belmondo, Jean Seberg, Daniel Boulanger ve Henri-Jacques Huet oynuyor. Jean Seberg’in güzelliğine hayran kalmıştım izlerken ama nedense pek filmin havasına giremedim, çok sevmedim açıkçası ama Godard için görülmeye değer.. IMDB

Herkese iyi seyirler…

(Not: gizemkuzu.blogspot.com adresindeki 19 Ağustos tarihli yazıdır, buraya taşınmıştır.)

18. İstanbul Caz Festivali tüm hızıyla sürüyor


İstanbul Caz Festivali, İspanyol kökenli ABD’li caz piyanisti ve besteci Armando Anthony Corea -müzik dünyasında bilinen adı ile Chick Corea– ve flütçü Steve Kujala‘nın İstanbul Festivali adı altında Atatürk Kültür Merkezi’nde verdiği 8 Temmuz 1984 tarihli konseri ile başlamış sayılır.(Aynı yıllarda ikilinin verdiği konser kaydını buradan izleyebilirsiniz.)
Bu konserin ardından festivalin müzik yelpazesinin farklı türlerini de kapsaması gerektiği ortaya çıktı. Bryan Adams’ın sahne aldığı ilk stadyum konserini izleyen Sting ve Scorpions konserlerinin ardından, caz ve “kent müziği”nin diğer türleri İstanbul Festivali’yle birlikte giderek daha fazla önem kazandı, Festival’in genel yapısının ötesine geçti.
Böylece 1994 yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Caz Festivali’nin ayrı bir yıllık etkinlik olarak, Uluslararası İstanbul Caz Festivali adıyla düzenleneceği haberini verdi.
Avrupa’da alanının en iyi festivallerinden biri olan Uluslararası İstanbul Caz Festivali, Eric Clapton, Sting, Lou Reed, Bryan Ferry, Massive Attack, Björk, Dead Can Dance, Suzanne Vega, Patti Smith, Bobby McFerrin, Randy Crawford, The Manhattan Transfer, Yasmin Levy, Ornette Coleman, Gilberto Gil, Caetano Veloso, Marcus Miller, Jan Garbarek, Keith Jarrett, Wynton Marsalis, Herbie Hancock, Goran Bregoviç, Tori Amos, Elvis Costello, Joshua Redman ve Brad Mehldau da dahil olmak üzere bazılarını benim de görme şansını yakaladığım birçok ünlü sanatçıyı İstanbullu müzikseverlerle buluşturdu.

Bu yıl ise 1 Temmuz’da Aya İrini Müzesi’nde USTALARLA BULUŞMALAR “HİNDİSTANBUL” ile başlayan konserler, Tünel Şenliği ve konser sırasında okunan ezan ile şarkıya ara verip ritmik bir şekilde ezana eşlik etmesiyle ayrıca alkış toplayanJamie Cullum ile devam etti. Buradan izleyebilirsiniz.
Aya İrini Müzesi’ndeki ”Ustalarla Buluşma” serisi bu yıl benim çok sevdiğim üç sanatçıyı ağırladı. Ünlü perküsyoncu Mısırlı Ahmet, Hint klasik müziğinin en genç ustalarından kabul edilen sitar virtüozu Niladri Kumar ve en çok sevdiğim isimlerden biri olan klasik Hint müziği ve caz dünyasının önemli sanatçılarından tabla üstadı Zakir Hussain.
7 Temmuz’da ise üç anıtsal caz müzisyeni; Wayne Shorter,Marcus Miller ve benim 2008 yılında izlediğim Dave Holland, Vinnie Colaiuta, Chris Potter, Sonya Kitchell ve Amy Keys gibi ünlü isimlerle birlikte sahne alan Herbie Hancock, bir başka efsaneyi anmak için; ‘Tribute To Miles’ projesi çerçevesinde İstanbul’daydı. Bununla ilgili olarak Hürriyet gazetesinde Kanat Atkaya’nın bir yazısı bulunmakta. Okuduktan sonra kıskanmadım değil hani. Bu isimlerle birlikte aynı masada yemek yiyip sohbet etme şansını herkes bulamaz.
A STRANGE PLACE FOR JAZZ

“A Strange Place For Jazz” (Caz İçin Tuhaf Bir Yer), tarihi özellikleri ile öne çıkan Tersane Sahnesi’nde bu akşam 19:00’da gerçekleşecek. Bu etkinlik adını yakın zamanda kaybettiğimiz caz müzisyeni Esbjörn Svensson‘un topluluğu e.s.t.’ e ait bir albümden (Strange Place For Snow) alıyor. Gecenin ilk performansı Tonbruket’ten. e.s.t.’in basçısı Dan Berglund’un, Esbjörn Svenson’un 2008 yılındaki ölümünün ardından kurduğu toplulukta müzisyene, İsveç’in en iyi gitaristlerinden Johan Lindström, piyanist Martin Hederos ve davul ustası Andreas Werliin eşlik ediyor. Tonbruket’in ardından, çeşitli projeleriyle tanıdığımız New York’ta yaşayan müzisyen İlhan ErşahinJesse Murphy ve Kenny Wollesen‘den oluşan ve ülkemizde geniş bir hayran kitlesi edinen İlhan Erşahin’in “Love Trio”su, usta müzisyen Arto Tunçboyacıyan’ı konuk edecek. Gecenin muhteşem kapanışını ise bünyesinde Bill Evans ve Randy Brecker gibi iki yıldızı barındıran Soulbop topluluğu ile bugüne dek 12’yi aşkın albüme imza atan ünlü fusion grubu Medeski, Martin & Wood yapacak.
11 Temmuz’dan itibaren 19 Temmuz’a kadar yapılacak etkinliklerin listesine ise buradan ulaşabilirsiniz. Herkese iyi seyirler.
Yardımcı kaynak (Not: gizemkuzu.blogspot.com adresinde 9 Temmuz tarihli yazıdır, buraya taşınmıştır.)

İzmir müziğe doyuyor


3 yıl önce İzmir’e taşındığımdan beri buradaki etkinliklerin azlığından yakınıyorum hep. İstanbul gibi hızlı, heyecanlı ve her gün bir etkinliğe ev sahipliği yapan bir şehirde büyüdüm. Oradan kopup geldiğim İzmir’in kendi yağında kavrulduğunu görünce biraz üzüldüm açıkçası. Tiyatrolar, sergiler ve konserler inanılmaz ilgi görüyor burada, lafın kısası İzmir insanı sanata ve müziğe aç. Neyse ki önümüzdeki bir ay boyunca İzmirliler müziğe doyacak.

İlk olarak 25 Haziran’da İzmir Arena’da sahne alan James Blunt izleyenlere eğlenceli dakikalar yaşattı. “Goodbye My Lover”, “You’re Beautiful” ve “High” gibi müthiş parçalarıyla kısa zamanda Dünya çapında ismini duyuran James Blunt yepyeni albümü “Some Kind of Trouble” ile ilk kez Türkiye’deydi.
Ardından İzmir’de büyük ilgi gören İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 2009 yılından bu yana düzenlenen geleneksel ‘Çim Konserleri’ yeni sezona 30 Haziran’da Tarihi Havagazı Fabrikası’nda İzmir’li rock müzik grubu ‘Normal’ ile merhaba dedi. Konser dizisinin ilk konuğu olan rock grubu ‘Normal’ tarihi mekanı dolduranlara keyifli dakikalar yaşattı.
Geçtiğimiz yıllarda Bülent Ortaçgil, Modern Folk Üçlüsü, Pinhani, Yeni Türkü, Ezgi’nin Günlüğü, Ayşe Tütüncü Dörtlüsü, Baba Zula ve benim de izlemekten büyük zevk aldığım Jehan Barbur gibi ünlü isimlere ev sahipliği yapan çim konserleri, bu yaz ise İzmirli sanatçı ve grupları ağırlayacak.
Bu güzel yaz akşamlarını değerlendirmek isteyenler, 7 Temmuz’da Fide Köksal’ı, 14 Temmuz’da Lehos grubunu, 21 Temmuz’da Salsanova’yı, 28 Temmuz’da ise Serap Yenici’yi izleyebilecek.
Müzikseverlerin adeta dev bir koro halinde eşlik ettiği konserler, yine ücretsiz olacak.

(Not: gizemkuzu.blogspot.com adresindeki 3 Temmuz tarihli yazıdır, buraya taşınmıştır.)

Bon appétit! (Alin’s)


Geçenlerde ailecek ayda bir mutlaka yaptığımız gezilerden birinin son durağı oldu Alin’s.
8 farklı yerde şubesi olan, Alsancak’ta da Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde sol tarafta kalan restoran sevimli ve ufak bahçesiyle birlikte 200 kişilik kapasiteye sahip. Bir kere Amerikan servislerinden iç mekan aydınlatmalarına kadar içerideki her obje zevkle seçilmiş. Aşçılarından tutun servis elemanlarına kadar herkes güler yüzlü ve ilgili, tabağınızdaki yemeği tattığınız andaki ifadenize bile dikkat ediyorlar. Yemeğinizi yiyip birlikte gittiğiniz aileniz veya arkadaşlarınızla sohbet ederken Jazz, Blues, New age ve Latin Amerikan tarzı müzikler size eşlik ediyor.
İtalyan ve Türk mutfağını da aynı anda sunuyor bizlere. Üstelik menüsü de oldukça zengin. Benim tercihim tatlı-ekşi sos ile servis edilen ‘çin erişteli tavuk sote’den yana olmuştu. Tavuk parçalarıyla birlikte meksika fasulyesi ve ananas parçaları gibi birbirinden alakasız tatları benim gibi bir arada yemekten zevk alanlara önerebilirim bu tabağı. Porsiyonları ise oldukça büyük, açıkçası ben tabağın yarısını bile bitiremedim ama bir dahaki gidişimde kesinlikle daha aç bir şekilde gideceğim.
Porsiyonlara oranla fiyatları ise ortalama, ne pahalı ne de ucuz. Alsancak’ta daha ucuza doyabileceğiniz kesin ama Alsancak’ın en işlek caddesinde böylesine güzel bir yemeği de daha ucuza yiyemezdik. Gitmeden önce aklınızda bulunsun seçiminiz beyaz et ise bir tabak 10 ile 13 TL arasında değişiyor, kırmızı et tabağı ise 15 TL civarı.
Serin havalarda mekanın iç tarafı tercih edilebilir ancak hava çok soğuk olmadıkça ben dışarıda oturmayı tercih ederim. Şimdiden herkese afiyet olsun.
Bon appétit!
Alsancak-Kıbrıs Şehitleri Alin’s : (0232) 465 06 66

(Not: gizemkuzu.blogspot.com adresindeki 24 Haziran tarihli yazıdır, buraya taşınmıştır.)

The Road – Bir Kıyamet Senaryosu


Uzun zamandır ertelediğim, aynı zamanda da içten içe büyük umutlar bağladığım bir filmdi “The Road”. Nedense filmi izlemek için her niyetlendiğimde bir engel çıktı; bazen kapı çaldı, bazen telefon, bazen de hevesim kaçtı. Neyse ki dün izleme şerefine nail oldum sonunda.

Öncelikle aynı isimli kitaptan uyarlanan bu filmin yazarı olan Cormac McCarthy “No Country for Old Men” filminin yazarlığı ile kalbimizi kazanmıştı. İki yıl sonra 2009 yılında çıkan “ The Road” filmi; 2011 yılında yine yazarlığını üstlendiği, başrollerini Samuel L. Jackson ve Tommy Lee Jones’un paylaştığı, izlerken ‘daha ne yazılabilir ki?’ diye kendi kendimize sorduğumuz “The Sunset Limited” filminden hemen önce çıkmıştır.
Sıradan kıyamet filmlerinin ötesinde olduğunu söyleyebilirim lâkin aksiyon arayanlar kesinlikle filme yaklaşmasın. 2004 yılında izlediğimiz “The Day After Tomorrow ” ve hemen ardından 2007 yılında vizyona giren bir başka kıyamet filmi olan “I Am Legend “de aldığımız hazzın ötesinde bu film. Hemen hemen iki saatlik durağan bir film olmasına rağmen bir dakikasında bile sıkılmadım. Basık, puslu, soğuk bir havası olmasına rağmen yer yer içini ısıtan sahneleri de yok değil.

Yine de başta dediğim gibi büyük umutlar bağladığım bir filmdi. Beklediğimi alamadım demek biraz haksızlık olur ama cevapsız kalan sorularım oldu demek daha doğru.

Oyunculuklara gelecek olursak, başrolde “The Lord of the Rings” filmindeki Aragorn karakteriyle gönüllerde taht kuran Viggo Mortensen‘ı görüyoruz. Karakteri tümüyle sahiplenmiş, açıkçası role bu kadar yakışacağını tahmin etmemiştim. Ama esas beni etkileyen karakter filmdeki küçük çocuk rolüyle Kodi Smit-McPhee oldu. Bence genç yaşta aldığı rollerin hakkını verebilen nadir oyunculardan birisi. İzleyiciye hüznü, mutluluğu ve hatta acıma duygusunu aynı anda sonuna kadar hissettiriyor McPhee. Kıyamet filmlerini seven ve durağanlıktan kaçmayan izleyiciler için izlenmeye değer..

 

(Not: gizemkuzu.blogspot.com adresindeki 20 Haziran tarihli yazıdır, buraya taşınmıştır.)